11 Mart 2008

Sayı 1

Türkiyenin Seçeneği Yeşiller
Mustafa Cevdet Arslan

"Yeşiller yumuşama sürecini güçlendirmek için neler yaparsa toplumsal muhalefetin şu an içinde bulunduğu marjinalize olma halinden çıkmasında öncülük yapabilir?" Dilaver Demirağ'ın yesiller-tartisma grubuna gönderdiği bir mesajında gizli bir umut kıvılcımı çakıyor. Bu soru olumlu yanıtlanmak üzere kurgulandığını hemen ele veriyor. Ama ben de elbette Yeşiller bunu yapabilir diyorum.
Bunun için topyekün bir politika, daha uygun, bütüncül bir politika oluşturmak gerekiyor.
Nasıl mı?
Hemen hükümet olacakmış gibi düşünerek hareket etmek marjinal olmayı da AKP hükümetine mahkum edilmiş bir Türkiye'yi de alternatiflerine kavuşturur.
Evet.
Yeşliller gerçekten sola da katkı yapmak ve AKP'ye mahkum edilmiş işçileri, köylüleri, kentleri, köyleri, hayvanları, tarımı, havayı, suyu, rahatlatmak için tam da hükümette olunsa neler yapılmalının alternatif politikalarını ortaya koymaya-örmeye çalışarak bunu başarabilirler. Yazının devamı için tıklayınız...





Kürt Sorununun Şiddetsiz Çözümü - Savaş Çömlek
Gates gitti operasyon bitti.
Savaş sirenlerinin zoruyla ortaya çıkan sanal karartma da sona erince, döndük baktık ki her şey olduğu yerde duruyor!...


Askeri Kamera / Erkeğin Gözü - Dilaver Demirağ
Her sekiz martta atılan sloganlardan birisi de bedenimiz bizimdir olur. Feminist kadınlar bu sloganı bedenleri üzerindeki erkek denetimine ilişkin söylerler. Bedenleri üzerindeki yegâne denetimin kendilerinde olmasını, cinselliklerinin erkeklerce belirlenip denetlenmesine karşı koyarlar...



Sorgun Başlangıç Olsun - Zihni Yayla
Yıllardır mücadelesini verdiğimiz Sorgun kumul ormanının ön tahsislerinin iptali ile sevindiğimiz bu günlerde, çabamızın devamını getirmek, bölgemizde yaşanan diğer çevre felaketlerine, turizm adına doğal alanlarımızın yok edilmesi girişimlerine dikkat çekmek ve hep beraber kazanılan bu mücadeleyi kutlamak, sürekli kılmak, ormanımızın bütünlük içinde koruma altına alınmasını sağlamak…..diye süren e-mail daveti ile şu an ormandayım...


Transistörlü Nükleer Reaktör İster misiniz? - Ümit Şahin
Nükleer enerjinin ileri teknoloji ürünü olduğunu sananların ya tarih bilgilerini gözden geçirmeleri gerekiyor, ya da ileri teknolojiden anladıkları şeyi...

Haberiniz olmadan musluklarınızın değiştiği bir dünya düşleyin... - Efe Göktoğan
Eskiyen musluklarınızın sizin haberiniz olmadan değiştiği ya da tamir edildiği, kitaplarınızın sizin haberiniz olmadan dizildiği ve indekslendiği, telefon konuşmalarınızın müstehcen ya da sakıncalı yerlerine biip! giren bir dünya hayal edin.




Sınırları Yıkmak - Bilge Contepe

MH(AK)P VE İslamofobinin Faydaları - Dilaver Demirağ

Neden YeşilSol? Nedir YeşilSol? - 1. Kısım - Kadir Dadan

Vicdanın Sesi: Bülent Ersoy - Ümit Şahin

George Monbiot'tan "yeni" bir kitap - Efe Göktoğan

Buğday On Yaşında - Oya Ayman

Ölüm İlanı - Osman Yorgun

10 Mart 2008

Kürt Sorununun Şiddetsiz Çözümü

Savaş Çömlek


Gates gitti operasyon bitti.
Savaş sirenlerinin zoruyla ortaya çıkan sanal karartma da sona erince, döndük baktık ki her şey olduğu yerde duruyor! Hala İstanbul’dayız trafikle boğuşuyoruz, zorunlu din dersinden, türbandan, çocukların okul taksitlerinden konuşuyoruz, bu arada Kürt sorununda da hala başladığımız yerdeyiz. Aslına bakarsanız, nasıl Irak savaşı olmadıysa sınır ötesi harekat da hiç olmadı. En azından bu harekat yapılmış olsaydı Kürt sorununda bir mesafe kaydederdik. Evet evet bu sınır ötesi harekat hiç olmadı, olduysa da çatışmalarda ölenlerin analarının, babalarının, kardeşlerinin ve sevenlerinin yüreğinde oldu. Her şey sanaldı. Ben televizyonda gördüm tüm ayrıntıları, silahları, bombaları, helikopterleri, top mermilerine ve bombalara yazılan mesajları. O mesajları yazan askeri de gördüm. Daha önce Hollywood filmlerinde de görmüştüm bombalara mesaj yazıp gülümseyen askerleri... Niçin bu mesajları yazdıklarını düşündüm. Sizce trajik değil mi? Bir biçimde ölüme gönderdiği insanlarla iletişim kurmaya ya da kendilerince oyun oynayıp, eğlenmeye çalışıyorlar. Hiç şüphem yok ki askerlerin seçme şansları olsa bombalar yerine sevgililerine mesaj yazmayı tercih ederlerdi.

Her neyse, olduysa da olmadıysa da sınır ötesi hareket bitti ve anlaşıldığı kadarıyla Kürt sorununun çözümüne ilişkin tartışmalar yeni bir boyut kazandı. Artık tartışma sivil çözüm ana başlığı altında yapılıyor. Biz Türkiye Yeşilleri de bu güne kadar olduğu gibi bundan sonra da bu tartışmanın doğrudan ve etkin bir tarafı olmak niyetindeyiz. Sivil çözüm arayışlarının siddet karşıtlığı zemininde oluşması gerektiğini düşünüyoruz. Tartışmada kimin yanındayız, kimlerle dayanışma halindeyiz sorusunun yanıtı da kuşkusuz bizim için çok net, her zaman olduğu gibi şiddete maruz kalanların yanındayız. Kimler mi şiddete maruz kalıyor? Cenazesini toprağa verirken yas tutamayan, tutmasına izin verilmeyen, “davamız için feda olsun” ya da “vatan sağ olsun” demek zorunda bırakılanlar. Gaz ve zora dayalı bir hamaset söylemiyle “ölmek”, “öldürmek “ zorunda bırakılanlar. Biz en başta bu insanların yanındayız.

Kuşkusuz şiddetin bin bir çeşidi var. Kürt sorunu bağlamında da en temel sorunlardan biri kültürü ve diliyle bir topluluğu yok saymaktır ki bu şiddet sona ermeden Kürt sorununun çözümü olanaklı değildir.



Uzun yıllardır sol siyasette savunulan ''ulusların kendi kaderini tayin hakkı'' temelde etik olarak doğru bir ilke olmakla birlikte biz yeşillerin ulus ve uluslaştırma sürecine ilişkin çok ciddi eleştirilerimiz var. Uluslaştırma sürecinin kendisi, çokluğu tekliğe dönüştürme sürecidir ve bu biçimiyle de açıkca şiddet içerir. Bu nedenle biz “Yeşiller” ulus kavramı yerine doğadan öğrendiğimiz ekosistem, biyo-bölge kavramlarıyla düşünmeyi tercih ediyoruz.Yani çok kültürlü, çok dilli insan topluluklarının içinde yaşadıkları doğal cevrede hem kendi aralarında hem de birlikte var oldukları canlı ve cansız yaşam formlarıyla kararlı bir denge halinde olma durumunun bu tür sorunların çözümünde yol gösterici olacağına inanıyoruz. Aslına bakarsanız ister tarihsel olarak bakalım istersek doğanın bilgeliğine başvuralım tek başına bir Kürt sorunundan söz etmek doğru değildir. Bir Ortadoğu hatta Kafkasya’yı da içine alan daha geniş bir bölgenin sorunundan bahsedilmelidir. Bu geniş bölgede binlerce yıldır Yezidiler, Keldaniler, Asuriler, Türkmenler, Araplar, Farslar, Ermeniler, Kürtler ve daha onlarca farklı topluluk bir arada kararlı bir denge içinde yaşadı ve binlerce yıl sürdüğüne göre de bu bir tesadüf değildi. Aslına bakarsanız bu kararlı dengenin bozulmasının temel nedeni, zalimce bir şiddet biçimi olan yapay çizilen sınırlar içinde uygulanan uluslaştırma sürecinin ta kendisidir.

İzlediğim kadarıyla sivil çözüm tartışmaları zifiri karanlıkta kimse birbirini duymazken zorlu bir labirentte doğru yolu aramaya benziyor. Tartışmaya taraf olan kimi kesimler de yapılan işin poker oynamak olduğunu sanıyor olsalar gerek blöfler ve restlerle ortalığı gerip kazanma hırsıyla yanıp tutuşuyorlar. Oysa bu oyunda taraflardan birinin kazanma şansı yok. Ya hep birlikte kazanırız ya da hep birlikta kaybetmeye devam ederiz. Demokrasi, özgürlük, adalet gibi kavramların ne kadar önemli olduğunu kuşkusuz hepimiz biliyoruz ve anlıyoruz. Ancak bunların ötesinde DTP dahil sorunun ve tartışmanın taraflarının açıklanmış anlaşılır ve detaylı bir politikalarının olmayışını anlamak mümkün değil. Aslına bakarsanız diplomatik dille hazırlanmış bir planın da sorunun çözümünün anahtarı olduğuna inanamıyorum.

Öyleyse ne yapmalı?

Günün ağarmasına daha çok var ama en azından ay ışığını bekleyelim. Kocaman bir sofra kuralım. Herkez otursun sofranın bir kenarına, birbirimizin konuğu olalım yiyelim içelim söyleşelim. İçimizde biriktirdiğimiz ağuları ortaya dökelim, acılarımızı paylaşıp doyasıya yasımızı tutalım. Uzaklarda çalınan bir rembetiko dinleyelim, belki bir rumeli türküsü mırıldanırız. Bir kürt ninesinden mem-u zin i dinleyelim. Soframızın adı Gağant olsun, süryanilerin damıttığı şarabı içip kırk gün kırk gece halaya duralım. Kırk günün ardından hala olmadıysak ve utancımızdan yerin dibine geçmeyeceksek bari ABD başkanına gidelim de bizi barıştırsın.

Çevreciler protestoyu abarttı


ABD'nin kuzeybatısındaki Seattle kenti yakınlarında yapımı süren lüks bir mahallede, radikal çevreci bir grubun çıkardığına inanılan yangın sonucu milyonlarca dolarlık dört ev büyük zarar gördü.
Haberin devamı için tıklayın:
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=249275

Vücut ısısıyla bina ısınacak

İsveç'te ekolojik enerji üretim yöntemlerinin en ilginç örneklerinden biri ortaya konuldu. Her gün Stockholm Merkez İstasyonu'nda trenlere koşturup...
Devamı için tıklayın:
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=243335

Yeni nesil 'Nuh'un Gemisi' işbaşında

Norveç'te milyonlarca tarım ürününü iklim değişikliği, savaş ve doğal felaketlerden korumak için Kuzey Kutbu civarında inşa edilen tohum deposu açıldı.
Devamı için tıklayın:
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=248626

Yolumuz Açık Olsun

Savaş Çömlek

Yola çıkma heyecanı nicedir bir yandan içimizi ısıtırken, diğer yandan elimizi ayağımızı birbirine dolaştırıyor. Bir takım arkadaşlar gazete çıkarmaktan söz ediyorlar. Eğer gene düş görmüyorsak yeni ve çok keyifli bir yolculuk başlıyor demektir. ''Eski defterleri karıştırıyorum'' yani anılarımı...Eski yolculukları, keyifleri , düş kırıklıklarını, yoldaşlarımızı, tek başına kalışları, ayrılıkları tüm güzellik ve çirkinliğiyle geçmişi toparlayıp sırt çantama koyuyorum. Bu arada tartışma devam ediyor, gazeteyi haftada bir olarak düzenli çıkarmak konusunda hemfikir oluyoruz. İnternette yayınlanacak, vakti gelince de basılı bir yayın haline gelecek. Kağıda basılacak gazeteyle ilgili kullanılacak kağıt ve bunun için kesilecek ağaçlar üzerinden ciddi bir eleştiri alıyoruz. Toplumun önemli bir bölümünün internete ulaşma şansının olmadığı bu yüzden de basılı yayının vazgeçilmez olduğuna ilişkin karşı ataktan sonra, uzlaşma, basılı yayının yayınlanma sıklığını azaltıp, bu aracın en verimli biçimde kullanılması şeklindeki öneriyle sağlanıyor.

Gazeteyi yeşiller çıkartıyor, göründüğü kadarıyla da kurulacak yeşil partinin yayın organı olacak. Bununla birlikte süreç içersinde gazetenin partiyle bağlarını gevşetip bağımsızlaşması gerektiği konusunda da görüş birliğine varılmış gözüküyor. Gazetede yeşiller ve onların davet ettiği insanlar yazacaklar. Bence yeşil gazetede partinin ortaklaşılmış görüşlerinden daha cok kişilerin kendi fikir ve önerileri yer almalı. Bu biçimiyle de yeşil gazete, politikaların tartışılıp yeniden üretildği ve tüm çeşitliliği ile okuyucuyla paylaşıldığı açık bir alan olarak tanımlanmalı.

Aslına bakarsanız şu gazete konusunda fazla bile tanım, tarif yaptık. İlla ki daha fazlasını tartışmak isteyen varsa bunun için yeşil gazete sayfaları sonuna kadar açık. Kişisel özgürlük alanını genişletip yaratıcılığı körüklediğini düşündüğümden ben belirsizlikten yanayım hatta mümkünse yolculuklarda sıksık kaybolmalı insan!

Hep doğru ve yanlış eksenin de konumlanmaktan vazgeçsek, sıradan önceden belirlenmiş bu nedenle de güvenli hayatlarımıza bir süreliğine ara versek ve yola çıksak diyorum. Belki gündüz düşlerimiz yeniden canlanır, yaşamı değiştirme umudumuz büyür serpilir sırtımızdaki yükleri taşımak daha eğlenceli hale gelir.
Yemenin içmenin dert olmadığı, uçmanın normal, iş ve oyunun birbirine karışıp tembelliğin doğal karşılandığı, varoluşun tüm bileşenlerinin ortaya çıkartılabildiği, dokunmanın ,duygusallığın ve şakacılığın alabildiğine özgürleşip, çoğaldığı, cinselliğin dolaysız yaşandığı bir hayatı düşlüyorum. Dağların yoldaşım, kiraz ağacının da kardeşim olmasını istiyorum.

Aynı zamanda da kara deliyim düşlerimi gerçekleştirmek için emek ve zaman harcıyorum.

Erişilen özgürlüğün mühürü nedir? Kişinin artık kendinden utanç duymamasıdır.(1)

Düş görmek suçsa beni de hemen ''asın'', zaten bu günlerde Bülent Ersoy'u da çok seviyorum.


(1)F. Nietzsche

Sorgun Başlanıç Olsun


Zihni Yayla (Mayıs 2007)

Yıllardır mücadelesini verdiğimiz Sorgun kumul ormanının ön tahsislerinin iptali ile sevindiğimiz bu günlerde, çabamızın devamını getirmek,bölgemizde yaşanan diğer çevre felaketlerine, turizm adına doğal alanlarımızın yok edilmesi girişimlerine dikkat çekmek ve hep beraber kazanılan bu mücadeleyi kutlamak, sürekli kılmak ,ormanımızın bütünlük içinde koruma altına alınmasını sağlamak…..diye süren e-mail daveti ile şu an ormandayım.

Alanya'da geride ne mi bıraktım ?

15 mayıs inşaat yasağı nedeniyle soğuk terler döken inşaat sahiplerini,turistlerin gelmiş olmasına rağmen dükkanında demir kesen, duvar yıkan, boya-vernik yapan açıkçası gürültü ve görüntü kirliliğinden zevk alan, bindiği dalı kes babam kes doymayan sözüm ona turizmcileri bıraktım.

İki kuruşluk mangal çırası için, Trabzon‘un Düz köyünde, doğu ladini ağaçlarının gövdeleri yontuluyor, böylelikle kurutulan ağaç, kesime kurbanlık aday olarak sunuluyormuş.

Yaşayan en tehlikeli tür, biz insanlarız. Sorgunun kozalaklarını da metal bir sopanın ucuna yerleştirende Golf endüstrisiydi. Side Sorgun'dan Alanya’ ya ulaşan ilk çığlığı hala hatırlarım . Burnumuzun dibindeki Side Doğa Dostları, "Koşun!.. Çamlarımızı kesmeye başladılar." deyince koşmuş, eylemlerinde en önde yer almıştık. "Biz kaybettik ama siz koruyun." diye...



Alanya’ya gelen iki ilgili bakanın, kulağına fısıldamıştı Yayçed başkanı Emine Eker, protokolü adete yararak. İşte tüm inancımızla, Cumhurbaşkanı'mıza Pelin Batu ve Harun Tekinle ulaştırılan binlerce imza, Orman Bakanı'nın helikopterle kuşbakışı incelemeleri, yörede düzenlenen konferanslar, paneller, golf adına önemli bir yanlıştan, binlerce çam kesiminden vazgeçirtmenin yöntemleriydi... Bugün, ormanımızda “Sorgun başlangıç olsun” Şenliğini hakkediyoruz ama asla rehavete kapılmadan.

Bu iktidarın Çevre ve Turizm konularında adımları iki ileri bir geri olarak süreceğe benziyor!

Sorgun, sorgulanmaya devam edecek, tahsislerde kafa karıştırmaya... 2B'ler B2 bombardımanı gibi havada süzülüyor. Kıyıların kıyım yasası dalga dalga üzerimize geliyor. Kuzeyde Sinop, güneyde Akkuyu, nükleer santral projeleri, bu ve gelecek yazın "çok sıcak" geçeceğini ortaya koyuyor.

Güçlenmeliyiz dostlar!

Ormanımızda hayat bulmalı, saflarımızı sıklaştırmalıyız, tıpkı bir orman gibi... Şenliğimizde, "Mor ve Ötesi"nin kurduğu “büyük düşlerin” sorgun hareketimizin kuvvetlenmesinde en büyük ilham kaynağı olmasını dilerim.

Transistörlü Nükleer Reaktör İster misiniz?


Ümit Şahin


Nükleer enerjinin ileri teknoloji ürünü olduğunu sananların ya tarih bilgilerini gözden geçirmeleri gerekiyor, ya da ileri teknolojiden anladıkları şeyi. İleri teknolojinin en büyük hayranı olduğum söylenemez, ama 21. yüzyılda genetik biliminin başarılarını, nanoteknolojiyi, tıptaki görüntüleme yöntemlerini, elektromanyetik dalgalarla iletişim sistemlerini, yapay zekayı ve bilgisayarların geldiği noktayı görüp de nükleer enerji üretimini ileri teknoloji saymanın tuhaflığını farketmek için teknoloji dehası olmaya gerek yok.

Bir düşünürün dediği gibi nükleer reaktörler, su kaynatmanın en mantıksız yoludur. Oysa bir nükleer reaktörün temelde su kaynatmak dışında bir şey yapmadığını farketmek çoğu insanı şaşırtıyor. İnsanların kafalarında canlanan nükleer reaktörlerde herhalde bir mercimek tanesi büyüklüğündeki uranyum elementi kendi içinde sürekli bölünüyor ve bu tepkime sonucunda üretilen elektrik enerjisi doğrudan şebekeye veriliyor olsa gerek. Bu tür bir sınırsız enerji kaynağı düşünün çocukça olması bir yana, eğer nükleer tepkime bu kadar kapalı bir sistem içinde gerçekleşseydi, atom bombası denen şeyin uranyum ve pluttonyum gibi elementlerin başka bir özelliğinden kaynaklanıyor olması gerekirdi. Oysa acı gerçek şu ki, atom bombasını, yani yeryüzünün en yıkıcı patlamasını mümkün kılan nükleer reaksiyonla, nükleer reaktörlerde elektrik üretmekte kullanılan reaksiyon aynı. Aralarındaki tek fark, ilkinde kontrolsuz bir şekilde zincirileme süren ve patlamayla sonuçlanan reaksiyonun, ikincisinde soğutucu ve yavaşlatıcı ortamlar kullanılarak denetim altında tutulması. Denetim altında tutamazasanız nükleer reaktör zaten dev bir bombaya dönüşüyor. Çernobil bu demek.

Nükleer reaktörler çok kabaca şöyle çalışıyor: Reaktörün kalbi denen bölümde çubuk şeklinde uranyum yakıtının doldurulduğu bir yakıt bölümü var. Burada tonlarca uranyum bulunuyor. Yakıt sürekli yenileniyor, her yıl yüzlerce ton uranyum dolduruluyor buraya. Tıpkı bir kazanı kömürle besler gibi. Nükleer reaksiyon, yani uranyum çekirdeklerinin parçalanması ile büyük miktarda ısı açığa çıkıyor, bu ısı da su bölmesindeki suyu kaynatıyor ve su buharının türbini döndürmesiyle elektrik enerjisi üretiliyor. Isının suyu kaynatmasından itibaren işlemin herhangi bir kömürlü termik santraldan mantık olarak bir farkı yok. Tek fark kömürü yakıyorsunuz, uranyumun ise çekirdeğini parçalayarak ısı oluşturuyorsunuz. Nükleer reaktörün kalbindeki en kritik bölümler, bu reaksiyonun sınırlanmasını ve ısının çok artmamasını sağlayan yavaşlatıcılar ve soğutucular. Bunlar da yine su, ağır su, karbon grafitleri vb. oluyor.

Çekirdeğin parçalanması ilk kez 1936’da gerçekleştirildi. Yani bundan yetmiş yıl önce. Bomba üretimi on yıl içinde, elektrik üretimi yirmi yıl içinde başarıldı. O zamandan bu yana nükleer enerji yoluyla elektrik üretiminde bazı ilerlemeler oldu, ama bugün dünyada elektrik üretiminde kullanılan reaktörlerin büyük çoğunluğu ikinci kuşak denen ve 1960’larda geliştirilen modellerden oluşuyor. İşin komiği Türkiye’ye yeni teknolojiye sahip reaktör kurulacağını sananların bunun farkında olmaması. İhale şartnamesinde de belirtildiği gibi, nükleer santral yapılırsa bu denenmiş bir reaktör modeli olacak. Yani ikinci kuşak olmak zorunda. Çünkü üçüncü kuşak reaktör denen model daha yeni teknoloji, dünyada bir elin parmaklarından az sayıda var ve denenmiş falan değil. Nükleer mühendislik okuyan öğrencilerin çok sevdiği dördüncü kuşak reaktörler ise henüz hayal aşamasında. 2060’dan önce üretime geçmesi beklenmiyor.

Demek ki neymiş? Çok ileri teknoloji olduğu sanılan nükleer reaktörlerin bugün kullanılan modelleri (bazı ufak tefek tasarım ve güvenlik iyileştirmeleri yapılmış olmakla beraber) 60’ların, bilemediniz 70’lerin modelleriymiş. Herkes arkasına yaslanıp 1960-70 model otomobilleri, tüplü televizyonları, transistörlü radyoları, DC-9 uçakları gözünün önünde canlandırabilir.

Nükleer reaktörler ne kadar ileri teknolojiymiş değil mi?

Teknoloji hayranlığının da bir ölçüsü olmalı diyorum. İleri teknolojiyi savunmak bana mı düşmeliydi?

Türkiyenin Seçeneği Yeşiller

Mustafa Cevdet Arslan


"Yeşiller yumuşama sürecini güçlendirmek için neler yaparsa toplumsal muhalefetin şu an içinde bulunduğu marjinalize olma halinden çıkmasında öncülük yapabilir?"
Dilaver Demirağ'ın yesiller-tartisma grubuna gönderdiği bir mesajında gizli bir umut kıvılcımı çakıyor. Bu soru olumlu yanıtlanmak üzere kurgulandığını hemen ele veriyor. Ama ben de elbette Yeşiller bunu yapabilir diyorum.

Bunun için topyekün bir politika, daha uygun, bütüncül bir politika oluşturmak gerekiyor.

Nasıl mı?

Hemen hükümet olacakmış gibi düşünerek hareket etmek marjinal olmayı da AKP hükümetine mahkum edilmiş bir Türkiye'yi de alternatiflerine kavuşturur.

Evet.

Yeşliller gerçekten sola da katkı yapmak ve AKP'ye mahkum edilmiş işçileri, köylüleri, kentleri, köyleri, hayvanları, tarımı, havayı, suyu, rahatlatmak için tam da hükümette olunsa neler yapılmalının alternatif politikalarını ortaya koymaya-örmeye çalışarak bunu başarabilirler.

Herşey ortada değil mi?!

Yerel seçimlerde yerel yönetimlere AKP'liler gelmesin diyoruz ama kim gelsin? Yanıtlamak zorundayız.

AKP'yi hükümette istemiyoruz. Pekala, kimlerin hükümet olmasını istiyoruz?

İşte temel sorular bunlar ama bu sorulara sol yanıt vermekten uzak durumda! Sol uzak olabilir ama yeşiller bu soruların yanıtını halka açık bir biçimde vermek durumunda.

Kimse yan çizemez. Alternatifimizi ortaya koymak zorundayız.

Politika boşluk tanımaz. Yaşamın akışı sizin yanıtlayamadığınız soruları yanıtlayanların yönünde akar. Diyorsanız ki benim gücüm yok; O zaman hiçbir sözünüze güvenilmesini beklemeyin.

Yeşiller şimdilik hükümet kurma gücüne sahip olmayabilirler ama hükümet olacakmış gibi politikalar üretebilme olanaklarına sahiptirler. Bu politikaların üretilmesi salt yıkıcı muhalefet tarzına kendini hapsetmiş sola da iyi bir örnek olacaktır.

Bazı söylemlere de dikkat etmek gerekir.

Örneğin bir çok çevrede operasyonlar, harekatlar ele alınırken asker sanki kendi başına, hükümetten bağımsız hareket ediyormuş gibi bir anlayış sergileniyor.

Öte yandan asker güdümünde bir AKP değerlendirmesi de gerçekle tam örtüşmüyor. Hükümet olmakla iktidar olmak arasındaki farkı hatırlayalım. Aslında AKP hükümeti artık iktidar olma yolunda, merkeze oturma yolunda çok önemli bir konum değişikliği yaşıyor. Olan budur. Evet bu durum onu daha tutucu, daha özgürlük eksenini yitiren bir niteliğe sokuyor.

Şimdi AKP, "Emperyal bir Türkiye" hattını açma yoluna giriyor. Bu dünkü AKP'nin iyi şimdikinin kötü olduğu anlamına gelmiyor. Bu durum (tespit?) bölgede daha "taşeronvari" davranışlar sergilemeye girişeceğinin anlaşılması için önemlidir.

Dünkü AKP aslında bunu hedefliyordu ve bu hedefine yürüyor.

Şimdi Türkiye AKP yönetiminde, küresel sermayenin bölgedeki taşeronluğuna mı soyunmalı -ki bu sosyal adaletin olmayacağı bir Türkiye demektir- yoksa yerel, bölgesel ekosistemlerin doğal, sosyal(beşeri), kültürel, çeşitliliğin adil yaşamını mı oluşturmalı?

Aslolan bu soruya yanıt vermektir.

Bu soruyu CHP ve Sol yanıtlayacak anlayışta, yeterlilkikte değildir.

Yeşiller bu soruyu yanıtlayabildikleri ölçüde gönülleri fethedebilir, Türkiye için umut oluşturabilirler.

Bu soruya yanıt vermekle, her alanda bu yönde politikalar oluşturmak daha kolay hale gelecektir.

Bölgemizden ve ülkemizden şiddetin dışlanması için askere değil tüm yurttaşlara önemli görevler düşmekte.

Askerle şiddeti dışlamak asla mümkün değildir. Politik çözümlerin oluşturulmadığı alanlarda askeri devreye sokmak, yıkım kapılarını aralamak her zaman kolay hale gelir. Olan yurttaşlara, sosyal güvenliğe ve demokratik haklara olur. (Bunları ayrıntılandırmak ise, başka bir yazıda olsun)

Her alanda politik çözümler oluşturmak için kimseyi beklemek durumunda değiliz. Yeşiller misyoner değil, ama Yeşiller Partisi önemli bir misyon oynamak üzere politik arenada yerini almak durumunda.

Merhaba Türkiye,
Yolumuz açık olsun.

Ölüm İlanı

Osman Yorgun


“ Doluluk oranı %100”
deyip, kıyıları, denizleri, cennet koyları kaybedenlerin biricik eşi
“ Ateşle yaklaşma- Dolu” deyip, istikrarlı iklimi mahvedenlerin babası
“ Doldur depoyu, fulle” deyip, bir kutup dolusu buzulu yok edenlerin dedesi
“ Dolduruşa gelmem, önce para” deyip, doğayı ekonomiye feda edenlerin amcası
“ Topraklar suya doysun” deyip, suyu ziyan edenlerin, toprağa yazık edenlerin dayısı
“ Bardağın dolu tarafına bakalım” deyip, boş kalan kısmın, ekosistemin çöküşünü işaret ettiğini göremeyenlerin kadim dostu
“ Dur, yapma, koru” deyip önüne çıkanlara, ağız dolusu küfür edenlerin çalışma arkadaşı

Doğayı korumak için yapılan her türlü düzenlemeye, antlaşmaya, protokole karşı
Hayır – Sever

Hayatını küpünü ve/veya cebini doldurmaya adamış, dolduruşa gelmeyen

FOSİL YAKUT Holding Yönetim Kurulu Başkanı

Hamuduyla götürelim eşrafından MODERN İNSAN’I elim bir ekosistem kazası sonucu kaybettik.

Cenazesi bu yüzyılın son öğle namazını müteakip Kendim ettim, Kendim buldum Camii’nden kaldırılarak Tarih Tekerrürden İbarettir kabristanına defnedilecektir.

Allah rahmet eylesin

Çocukları
Aman petrol, Canım petrol, Eninde petrol, Sonunda petrol
(Arzu edenlerin çelenk göndermek yerine, okunmuş 95 oktan kurşunsuz benzin dolu bidon göndermesi rica olunur)

Buğday 10 Yaşında

Oya Ayman


Türkiye’nin doğa dostu yaşam konusunda öncü yayını olan Buğday Dergisi 10. yılını kutluyor.

Ekolojik tarım, ekolojik ürünler, doğa dostu teknoloji, doğayla uyumlu yaşam gibi kavramların ülkemizde henüz pek konuşulmadığı yıllarda bu konularda bilgilenme ihtiyacı duyan insanlara kaynak oluşturmak amacıyla ilk yayınlarını yapmaya başlayan Buğday, bugün tüm Türkiye’de yaygın bir okur kitlesine sahip.

On yıldır gıdadan temizliğe, mimariden eğitime kadar yaşamın her alanında doğayla uyumlu alternatifler sunan Buğday Dergisi bugüne kadar binlerce insanın bu konulardaki bilgiye ulaşmasını sağladı; ekolojik yaşam ağında bir kaynak ve iletişim platformu oldu. Önceleri daha çok bilgilendirme işlevini ön plana çıkaran Buğday Dergisi, iklim değişikliği, gıda güvenliği gibi konuların toplumda daha yaygın olarak konuşulmaya başlandığı son yıllarda daha çok doğayla uyumlu örnekler üzerine çalışan ve bu tür modelleri benimseyen insanların ve toplulukların deneyimlerine yer veriyor.

Ekolojik yaşamın her alanında dünyada ve Türkiye’deki son gelişmelerden haberdar etme ve bilgilendirme işlevini de sürdüren Buğday Dergisi, bu konuyla ilgili insanlar ve topluluklar için rehber olmayı sürdürüyor.
Ekolojik yaşam konusunda bilginin serbestçe dolaşımını hedefleyen Buğday Dergisi, sorun odaklı değil, çözüm odaklı bir yayın politikası ile 10 yıldır doğa dostu yaşam bilgisine ulaşmak isteyenlerin yayını olmayı sürdürüyor.

Fanzinden Dergiye
Buğday Hareketi’nin doğduğu Bodrum’daki Buğday Restoranı’nda, fotokopi ile çoğaltılan yerel bir fanzinden, ulusal boyutta bir dergiye dönüşen Buğday’ın ilk bülteni 1998 yılında yayımlandı. 1999’dan beri dergi kimliği ile okurlarına ulaşan Buğday Dergisi, Buğday Derneği’nin “Yaşam Dönüşümdür” felsefesiyle yayımını sürdürüyor.

Yayın ve danışmanlar kurullarında Buğday’ın kurucu onursal başkanı Victor Ananias, doğa korumacı biyolog Güneşin Aydemir, tarım ekonomisi uzmanı Z.Bilgi Buluş, çevre bilimci Dr. Uygar Özesmi, eğitimci Meltem Ceylan, mutfak kültürleri araştırmacısı Ferda Erdinç gibi uzman isimlerin yer aldığı; ekolojik yaşam, sağlıklı beslenme, doğa koruma ve bireysel gelişim konularında her biri kendi alanında uzman yazar ve araştırmacılarıyla, uzman fotoğrafçılarıyla tamamen gönüllü çabalarla okuruna ulaşıyor.

Doğayla uyumlu kullanım alışkanlıkları konusunda pratik bilgiler veren, sağlıklı gıda ve beslenmenin yollarını paylaşan, Türkiye ve dünyada doğayla uyumlu yaşam biçimlerinden örnekler sunan Buğday Dergisi’nde 10 yıldır sayfalarında yer verdiği makale ve araştırmalardan bazı başlıklar şöyle:
“Kentte Ekolojik Çözümler”, “Teknolojinin Bedeli”, “Evler İçin Rüzgâr Enerjisi”, “İklimlerden Önce Değişmek”, “Alternatif Eğitim”, “Yereldeki Değer”…

Gerçek Değer Ne?
Buğday Dergisi, Şubat 2008’de yayımlanan 45. sayısında ise “Gerçek Değer Ne?” başlığı altında Kaz Dağları’nda, İğneada’da planlanan yatırımların doğal ve kültürel değerlerin üzerindeki baskısına dikkat çekiyor. Dergide yer alan makalelerde milyonlarca yılda oluşmuş biyolojik çeşitliliğin ve bu çeşitliliğe bağlı olarak gelişen yerel kültürel değerlerin, birkaç on yıl için yapılan yatırımlardan çok daha değerli olduğun belirtiliyor ve bu değerleri temel alan doğayla dost sürdürülebilir modellerin geliştirilebileceğine işaret ediliyor. “Slow Food”, “Yerel Tatlar”, “Çocuklarımıza Miras Meyveler”, “Mısır, Ot, Orman”, “Ekolojik Pazar Güncesi” dergide yer alan diğer yazılardan bazı başlıklar…


BUĞDAY Dergisi’ne Türkiye genelindeki merkez gazete/dergi bayilerinden, doğal ürün dükkânlarından, www.bugday.org adresinden veya (0212) 252 52 55 numaralı telefondan abone olarak ulaşabilirsiniz.

Askeri Kamera / Erkeğin Gözü

Dilaver Demirağ


Her sekiz martta atılan sloganlardan birisi de bedenimiz bizimdir olur. Feminist kadınlar bu sloganı bedenleri üzerindeki erkek denetimine ilişkin söylerler. Bedenleri üzerindeki yegâne denetimin kendilerinde olmasını, cinselliklerinin erkeklerce belirlenip denetlenmesine karşı koyarlar. Bu kapsamda kadınların doğum yapıp yapmamaya kar verme özgürlüğü, kendi bedeni ve bedeninin cinsel ahlak kapsamında erkeklerin himayesi altında olması bu slogan kapsamında ele alınan konulardır. Erkek egemen sistem kadını bir kuluçka makinesi olarak konumlandırıp ona ancak anne olduğunda saygınlık halesi verir. Aynı şekilde bir kadının cinselliği de erkeklerin denetimindedir, kadının namusu erkekten sorulur. İşte bu nedenle kadınlar bu egemenliğe doğum yapmak için ölmeye, sürekli hamile kalmaya, çocuğu doğurup, doğurmama hatta çocuk sahibi olup olmamaya kendilerinin karar vermesini engelleyen bu sisteme itiraz eder ve söz/karar hakkının kendilerinde olması gerektiğini söylerler. Aynı şekilde kadınlar erkeklerin namus ya da kıskançlık uğruna kendilerini öldürmelerine de isyan ettiklerinden cinsellikleri üzerinde de muktedirlik talep ederler.

Dolaysıyla bu slogan şu günlerde Kemalistlerin dilinde bir egemenlik biçiminin onay mekanizması kılınsa da aslında bir adalet çığlığı, zalim erkek egemen sisteme kadınca bir ayaklanma çağrısıdır. Benim gibi Anarşizan Yeşillere de bu ayaklanma çağrısın selamlamak düşer ancak. Kadınların özgürlük mücadelesi aslında insanlığın öteki yarısı köle olarak kaldığı sürece erkeklerinde köle olacağının bir ifadesidir. Bu bakımdan her özgür vicdan taşıyan erkeğe düşen bu mücadelede kadınlara omuz vermek, onların mücadelesinde öne geçerek o mücadeleyi siyaseten gasp etmemektir.

Nitekim KEG’in (Küresel Eylem Grubunun) miting sloganlarına baktığımızda solun hala kadın mücadelesinin özerkliğini kabul edemediğini onu kendi siyasal mücadelesinin payandası kalıma mantığını sürdürdüğünü gösterir halde. Çünkü 8 Mart nedeni ile yapılan mitingte atılacak sloganların sadece üçü kadınların yaşamlarına doğrudan dokunan, onların sıkıntılarını yansıtan bir halde. Diğerleri ise genel siyasal sorunları yansıtıyor. Oysa hiç olmazsa yılda bir kez erkek sol siyaset kadınların kendi istemlerini yansıtma hakkını kabul etmeliydi.

Aslında eğer adalete dayanan bir vicdana sahipseniz erkek hâkimiyetindeki toplumlarımızda kadınları pasif dişiler olmak görmek isteyen anlayışa isyan etmemeniz zordur.


Adaletin Bu mu?

Bir adalet çağrısı olan Bedenimiz Bizimdir’in yansımaları elbette bu saydıklarımla sınırlı değil. Çünkü erkek egemen sistemin kadın bedeni üzerindeki denetimi sadece saydığım gibi direkt biçimde olmuyor. Bazen daha dolaylı daha az göze çarpan biçimde de olabiliyor. Bu anlamda akla gelen en iyi iki örnek bakış ve giysi meselesidir.

Gerçekten de bir erkek dilediği gibi giyinirken, bir kadın için aynı şey söz konusu değil, bir kadın daha çocukluktan bedenini erkek bakışından nasıl gizleyeceği üzerine eğitilir. Erkek bakışı ister istemez tacizkardır, bedeni adeta bir askeri kameranın taraması gibi tarar ve özellikle de gizlenmeye çalışılan kuytu köşeler bu bakışın en çok odaklanmak istediği bölgelerdir.

Bu bakışın ilk etapta doğal bir dürtüden kaynaklandığı düşünülebilir. Sonuçta bir kadını arzulamanız bir erkek olarak doğanızın bir çağrısıdır, kadın sizin karşı cinsinizidir onunla sevişmek onunla beraber olmak doğanızın, içgüdülerinizin bir yansımasıdır. Lakin gelgelelim bu arzuda bir adaletsizlik vardır. Kadına küçük yaştan bakmaması, başına önüne eğerek göz göze gelmemesi öğretilir. Çünkü es kaza karşı karşıya gelme halinde erkek kültür dünyasında o kadının sizle yatmak istediği, yani erkek argosu ile size “iş attığı” düşüncesi devreye girecektir. Kadın istediği kadar bu bakışın hiçbir cinsel ima içermediğini, erkeğe bir nesneye baktığı gibi baktığını söylesin sistemin değerleri ile yoğrulmuş bir erkek bunun arzulayan bakış olduğunda sabit fikrini belli edecektir.

Buna karşılık erkeğin bakması ise bir haktır. Kadın arzularsa “orospu”, erkek arzularsa “delikanlı adam” olacaktır. Kadının arzulaması arzusunu bakışlarına yansıtması erkek dünyasında kabul görmeyen bir davranış kodudur.

Bakılan kişi eğer eğitimli bir erkekse bakışınızı illa da böyle yorumlamayabilir. Ama bakışınızda böyle bir ima olduğu kanısındaysa eğer, bakışına çapkın bir eda katarak sizinle “kesişir” kesişmek her ne kadar karşılıklılığı ima ediyor gibi görünse de gerçekte öyle değildir. Çünkü burada kadın kesilen, erkek ise kesendir. Bunun tersi olması erkeği tedirgin eder. Erkek tavlayandır kadın tavlanan. Kadın baştan çıkarır, erkek baştan çıkar.

Oysaki cinsellik eşit özne olmayı içeren bir şeydir. Erkeğin arzu etmesi kadar kadının arzu etmesi olağandır, erkeğin etkilemeye dönük bakması kadar, kadının da erkeği etkilemek için bakması, beğenisini bakışlarına yansıtması olağandır. Lakin gel gelelim erkek egemen kültürde bunu yapan kadın namussuz kadın olacağından kadın böyle bir teşebbüste bulunmamayı öğrenmiştir.∗


Erkek Bakış

Bir kadın, bir güce bir iktidara sahip olabilir, daha çok belli durumlarda bir erkeğin üzerinde İktidar da sağlayabilir, (nitekim şirket üst yönetiminde, askeri hiyerarşide böyle olabilmekte) ama gerçek istisnai değildir çoğu kez, erkek egemen toplumda yaygın olan erkeğin İktidarıdır. Bakış da bu egemenliğin bir türevidir aslında. Kadın arzulanan, erkekse arzulayandır. Erkek bakan, kadın bakılandır. Burada özne olan, etkin olan erkektir. Bu bakımdan erkeksi bakış salt bir cinsel arzunun dışa vurumu olmaktan fazlasıdır. O bir egemenlik vasıtasıdır ve tıpkı uzaydan yeryüzünü gözetim altına alan askeri gözlem uydusu gibi kadınsı yaşamı denetim altında tutmanın saldırgan hatta tahakkümer bir yoludur.

Kadınlar, eşzamanlı bir şekilde bakılandır. Sinemasal gösteriden fotoğrafik gösteriye kadar birçok alanda ve kadın pasif ve arzuya boyun eğmiş bir biçimde gösterilir. Erkek güçlüdür ve hâkimdir. Bu bakımdan kadınlar görünüşüyle, kuvvetli görsel ve erotik etki yaratmak için sinemasal ya da fotoğrafik gösteride özel bir yere yerleştirilmiş olur. Onlar, erotik nesneler olarak hikâyenin içindeki karakterlerden biridir ama erkek başkahramanın yanında ikincildir, kadın bakışların odağındaki erotik nesne olarak konumlanınca erkek bakışı devreye girer, bu erotik nesne oluşta seyirci erkeğin sınırsız gücü vardır. Kadın “erkek” (yani cins olarak değil değer olarak erkek) seyircinin gözsel sunağına yerleştirilip cinsel arzuya kurban verilir.

İşte sokakta, yaşamın pek çok alanında kadının ısrarlı ve arzulayan erkek bakışlarının erotik nesnesi olmasının nedeni bu görsel kültür ve erkek bakışını önceleyen bakış rejimdir. Bunu yaratan şey ise kadın bedenini nesneleştiren tüketim kültürü.

Gazetelerin arka sayfa güzellerine, dizilere, haftalık dergilerin kapaklarına, otomobil tanıtımından, reklâmlara kadar, bu kültürün her ürününde kadın bir arzu nesnesi olarak sunumun bir parçası kılınmıştır.

Diyebilirim ki tüketim kültürü bir bütün olarak erkek bakış vasıtasıyla hem kadınları egemenlik altına almakta, hem de onları salt dişil varlıklar olarak birer erotik arzu nesnesine dönüştürmekte. Hal böyle olunca da kadınlarla iletişim kurmayı bilmeyen, kendi arzusunu denetleyemeyen dahası kadına sarkmayı bir hak olarak gören erkek gözü, salt bakmakla yetinmeyip kadını fiziki olarak da taciz bile edebilmekte.

Bu durumun değişimi büyük oranda kadınlara bağlı, onlar kendilerini bir nesneye, bir erotik unsura dönüştüren bu kültüre başkaldırıp, bunu yapan gazeteleri, dergileri, TV’yi, Reklâm şirketlerini velhasıl kadını kullanan, kadın bedenini erkeğin zevkine sunan her sektörü protesto ederek, elektronik posta, faks, telefon vb yollarla kınama yağmuruna tutulmaz ise her şey eksisi gibi olacaktır. Ama tersi olduğu zaman bu düzen değişmek zorunda kalır. Çünkü kapitalizmin zayıf karnı tüketicidir.

Bu olmazda kadınlar bunu diğer meselenin yanında ikincil bir mesele olarak görür ve sorunu sadece erkek bakmasıyla sınırlandırıp, medeniyetçi egemenlik biçimine gönderme yaparsa o zaman kadınlar daha çoook mor iğne taşırlar ama ne taciz değişir, ne medyatik sömürü. Kadınlar bedenimiz bizimdir der ama tüketim kültürü o bedeni ele geçirip satar. Bu anlamda öncelikle kadınlar bedeninizin size ait olması için bu düzene başkaldırmalı. Elbette bu mücadele de egemenliği reddeden erkeklere de iş düşüyor, onlar da bu duruma karşı çıkmalı. Bu duruma itiraz etmeliler ve yaygın tüketici boykotlarına eşlik etmeliler. Ancak bu tür erkekler azınlık olmak durumundalar. Onların kadınlarla birleşik olmayan bir mücadelesi azınlık olmaları nedeni ile yetersiz kalacaktır. Bu nedenle hem özgürlükçü erkekler, hem kadınlar tacize karşı ses çıkar, tecavüze karşı ses çıkar, tacizi destekleyenlere karşı ses çıkar.∗∗

Haa bunlar için erkeklerden bir fayda bekliyorsanız bilin ki yanınızda bulacağınız gerçekten samimi, gerçekten iktidardan arınma mücadelesi veren ve kadın özgürleşmesinin bütünsel bir özgürleşmenin yarılmaz parçası görüp bunu herhangi bir siyasi mücadelenin payandası yapmayan erkeler bir elin parmağını geçmeyecek kadar az olacaktır.

Not: Erkek derken biyolojik erkekliği kastetmiyorum, daha çok erkek egemen sistemce biçimlendirilmiş erkeklik imgesine gönderme yapan bir biçimde toplumsal cinsiyet olarak erkekten söz ediyorum.

Kadınlarımızın özellikle yeşil kadın yoldaşlarımın Kadınlar Gününü Kutluyor, Erkek egemen sisteme dönük verilen mücadeleyi desteklediğimi özgürlük için birlikte katedecek uzun bir yolumuz olduğunu ifade ediyorum. Özgürlük ve adalet için elele.


∗ Hiç kuşku yok adalet başka bir biçimde de gerçekleşebilir. Dinsel muhafazakârlık bağlamında kadınında erkeğin de bakışlarında arzu olması erdemsizlik ve tanrısal buyruğa itiraz anlamında günah kabul edilir. Bu da bir adalettir elbette lakin gerçekte dinsel muhazakarlıkta da erkek bakan olduğundan kadının payına kapanarak erkekleri kışkırtmamak düşer. Dinin kitabi biçimi eşitliği öngörse de pratikteki yansıma erkek lehine olmuştur. Nitekim tam da bu nedenle feministler içinde başörtü mücadelesine kuşku egemen oldu.

∗∗ Orijinal biçimi tacize karşı ses çıkar, tecavüze karşı ses çıkar, tacizi destekleyenlere karşı ses çıkar olan bu slogan KEG’e aittir.

Erzincan’da polis ‘aileden biri’ olmaya çalışıyor


Türkiye’de ilk kez Erzincan’da hayata geçirilen “aile polisi” uygulaması, ikinci ayını doldurdu. Polislerin “Bizim işimiz değil” itirazı ve halkın “fişlenme” endişesiyle gergin başlayan uygulamada iki ay sonunda gelinen noktayı, projenin mimarına sorduk.
http://www.ntvmsnbc.com/news/437250.asp

George Monbiot'tan "yeni" bir kitap

Efe Göktoğan


Güncel İngiliz yazarlar arasında belki de Yeşiller'in en severek okuduğu yazarlardan olan George Monbiot 1999'dan beri Guardian'da çıkan yazılarından bir derleme kitap ile karşımızda. Kitabın ismi "Bring on the Apocalypse - Six Arguments for Global Justice"; Türkçe meali ile "Kıyamete sebep olmak - Küresel adalet için altı görüş".

Kitabı henüz ele geçiremediğim için, kesin olarak iddia edememekle birlikte içeriğinin çoğuna yazarın sitesi olan www.monbiot.com 'dan da ulaşılabileceği gibi bir fikrim var. Çünkü hali hazırda yazarın tüm köşe yazıları söz konusu sitede yer alıyor.

Kitap ile ilgili ayrıntıları kitabı ele geçirdikten sonra sizinle paylaşacağım.

Neden YeşilSol? Nedir YeşilSol? - 1. Kısım

Kadir Dadan


24-25 Kasım tarihlerinde İstanbul’da yapılan “Türkiye’de Nasıl bir Yeşil Politika?” ve “Nasıl Bir Yeşil Parti?” başlıklı foruma aşağıda sunduğum yazılı bildiriler ile katıldım. Gerek forum sırasında, gerekse sonrasında tarafıma iletilen görüşler, temelde bunca yıldır Yeşiller ismiyle verilmiş mücadelenin şimdi neden YeşilSol isimli bir parti tarafından yürütülmesi gerektiğini açmama yönelik oldu. Bunu toplantıda kısmen gerçekleştirdim. Ancak hem toplantıda olmayanlar hem de daha derli toplu olması açısından tekrar ortaya koymakta yarar görüyorum.

İlk olarak toplantıda yaptığım konuşmanın açılışında belirttiğim gibi, Türkiye’de Yeşillerin geldiği hangi nokta itibariyle bu tartışmaların yapıldığının farkına varılması gerek. Beş yılı aşkın bir süreden beri devam eden ilkeler, tüzük, program ve örgütlenme çalışmasından sonra, artık sürüp gidecek bir hareketi değil, 2009 yılında yapılacak yerel seçimlere katılmak üzere, 2008’in ilk yarısında kurulacak bir yeşil partiyi tartışıyoruz. Burada yanıtlanması gereken sorular kabaca şunlar; Partinin adı ne olacak? Hangi politikaları savunacak? Bunu nasıl bir örgütlenme ile yapacak?

Bu tartışmaları yaparken, elbette göz önünde bulundurmamız gereken durumlar var ki bunların başında Yeşillerin yerellik ilkesiyle çelişen ve merkezi bir parti yönetimini öngören Türkiye’deki Siyasi Partiler Yasası ve siyasi katılımı engelleyen Anayasanın ilgili maddeleri geliyor. Geçtiğimiz yıllarda Yeşillerin partileşmek için can atmamasının temel nedenlerini oluşturan bu kısıtlılıklar, es geçilmeden, ciddiye alınarak, diğer partilerdeki var olan ikili yöntemler kullanılarak ve özellikle taban etkinliği geliştirilerek aşılmak durumunda. Aksi durumda kurulacak parti, gerçek bir yeşil parti olmaz, olsa da yeşil kalmaz.

Diğer göz önüne almamız gereken bir durum, Yeşillerin dünyada ve Türkiye kamuoyunda nasıl algılandığı ve politik sahnede nasıl bir rol ile tanımlandığıdır. Özellikle Avrupa’daki Yeşil Partilerin Türkiye’deki etkinliklerinin, kamuoyunda ve politik kesimlerde belirli izler bıraktığını hepimiz kabul ediyoruz. Kabul etmediğimiz konu ise, kamuoyunda sanıldığının aksine bu etkinlikler ile Türkiye Yeşillerinin politikalarının her zaman paralel olduğudur. Türkiye’de kurulacak yeşil bir partinin kanımca en önemli tanımlama alanlarından birisini Avrupa Yeşilleri ile olan ilişkileri oluşturmalıdır.

Şurası kesindir ki, dünya üzerinde her yerde geçerli ve uygulanabilir, tek bir yeşil politika ve tek bir yeşil parti modeli yoktur, sadece kabul edilmiş küresel yeşil ilkeler vardır. Bu ilkeler ile çelişmemek kaydıyla onlarca yeşil politika ve onlarca yeşil parti kurulmuştur. Hatta Avrupa’da bir çok ülkede birden fazla yeşil parti aynı anda etkinliklerini yürütmektedir. Benzer bir şekilde yeşil partilerin isimleri de farklı olabilmektedir. Yeşil Parti, Yeşiller, YeşilSol, Gençlik Partisi, Ekolojistler gibi değişik isimlerle bir çok parti, Yeşil politikanın ve dolayısıyla kıtalardaki yeşil federasyonların bir parçasıdır.

Kısaca politik çeşitlilik yeşillerin dünyadaki varlığı ile beraber yürümektedir. Her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de Yeşiller, ortaya koyduğu ilkeler, program ve kendi geçmişlerini de ifade edecek bir isimle partileşme yoluna çıkmak durumundadır. Bu isim şimdiye kadar kullana geldiği üzere Yeşiller de olabilir, politik olarak kendini daha iyi ifade edecek ve Avrupa’daki benzerlerinden politik farklılığını ortaya koyacak farklı bir isim de olabilir.

Tam bu noktada belirtmem gereken bir gerçeklik var ki, Yeşillerin Türkiye’deki 20 yıllık mücadelesi, ne yazık ki “Yeşil” isminin ve kavramının Yeşillere mal edilemediği bir mücadeledir. Bu 20 yılda Yeşiller, “parti” olduğu dönemler de dahil olmak üzere “çevre” ile anılmış, çevre ile özdeşleştirilmiştir. Özellikle son on yılda “çevre”den “ekoloji”ye gelinmiş, ancak henüz “yeşil”e geçilememiştir.

Buna paralel olarak “yeşil” ismi ve kavramı, sermaye kökenli yada ordu-devlet destekli çevreciler tarafından ağaç-doğa-çevreye indirgenmiş ve kamuoyu algısı bu yöne çekilmiştir. Bu algının kırılarak, “yeşil” kavramının, yeşillerle özdeşleştirileceği bir sürece girilmesi için, çok yönlü ve her alanda yürütülecek bir mücadele stratejisinin benimsenmesi gerekmektedir. Partinin yanı sıra, dernek, vakıf, enstitü ve kooperatiflerin kurulmasının gerekliliklerinden birisi de bu nedenledir.

Öte yandan, parti kapatıldıktan sonra doğan boşluk, politik olarak sağdan bakan bir tabela partisi tarafından işgal edilmiş olup, aynı adla yeni bir partinin kurulması da hukuksal ve siyasal açıdan sorunlara gebe olacaktır. Bunun yanı sıra, Yeşillerin parti ismini tercih ederken “sol” kavramını kullanmasının “sağ” karşıtlarını türeteceği iddiasına gerek yoktur. Bu karşıtlık zaten vardır, sadece aktif hale getirilip, getirilmeyeceği söz konusudur. Bu sorunun yanıtını da, ortaya koyulacak partinin estireceği rüzgar belirleyecektir. Bundan öte, apolitik bir niteliğe sahip olan Türkiye kamuoyuna dernekler ve vakıflar yoluyla seslenmek, devlet ve sermaye adına daha tercih edilir yöntemlerdir. Bu noktada “partinin önünü keser” diye ulusal bir derneğin kurulmasının daha fazla ertelenmesi, heba edilmiş zamanın büyümesinden başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Göz önüne almamız gereken bir diğer durum da Türkiye siyaset sahnesindeki güncel gelişmelerdir. Büyük tabloya bakıldığında, “ılımlı İslam” kavramı arkasında, Ortadoğu’nun küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesinin olduğu nasıl yadsınamaz bir gerçeklik ise, yerel düzeye inildiğinde kendi dinamiğini bulmaya çalışan din temelli bir taban birlikteliğinin varlığı da yadsınamaz bir gerçekliktir. Bugün siyasal alanda AKP olarak vücut bulan bu birlikteliğin, şu anda dahi tamamen kontrol edilebilir olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi, önümüzdeki on-yirmi yıl içerisinde toplum içerisinde fay hatları oluşturup sosyal ve siyasal çalkantılara neden olacağını görmemek de mümkün değildir.

Bu nedenle de Türkiye siyaset sahnesine çıkacak politik bir hareketin, makro ölçekte ulusal-uluslararası şirketlerle, mikro ölçekte ise dindar-muhafazakarlarla birliktelik yakalamış ve % 50 oy oranlarına dayanmış bir siyasal yapıya karşı mücadele vermesi gerektiğinin bilincine varılması gerekiyor. Bu bilinç de doğal olarak, şirketlerin karşısında emekçilerin ve kendi emeği ile geçinenlerin, dindar-muhafazakarlar karşısında ise özgürlükçülerin yanında olmayı gerektiren bir süreci doğuruyor.

Toplumda bu çelişkiler-çekişmeler gün ve gün yaşanırken, bunları yok sayıp görünür olarak yalnızca ekolojik kriz ve gelecek üzerinden politika yapmaya çalışmak, Yeşilleri, yaşamın içerisinde verilen mücadeleci çizgiden uzaklaştırıp, tribünde oturduğu yerden doğruyu söyleyen, ama söylediği doğru kavrandığında bir anlamı kalmayan futbol yorumcusu konumuna sürükleyecektir. Ben kendi adıma “Yeşiller söylemişti, yapmadık böyle oldu.” yerine, “Yeşiller yapıyor, biz de yapalım.” denilmesinden yanayım.

Haberiniz olmadan musluklarınızın değiştiği bir dünya düşleyin...

Efe Göktoğan


Eskiyen musluklarınızın sizin haberiniz olmadan değiştiği ya da tamir edildiği, kitaplarınızın sizin haberiniz olmadan dizildiği ve indekslendiği, telefon konuşmalarınızın müstehcen ya da sakıncalı yerlerine biip! giren bir dünya hayal edin. Bütün bu olan bitenin bir kısmına katlanabilirsiniz belki, ancak bu yazıyı okuyanların hiçbirinin kendinden izin alınmadan etrafında bunca değişiklik olmasına izin vereceğini zannetmiyorum.

Ancak bilgisayar kullanan herkesin etrafında aynen bütün bunlar hatta daha fazlası olup bitiyor. Ancak pek çoğumuza dijital muslukların hepsi bir gözüktüğü için, musluklar değişince (hatta kısılınca) farkına varmayabiliyoruz. Klasik medyada özgürlüğün temel karşıtı olan sansür dijital dünyada asla yalnız değil. İlk bakışta yeni medyanın yeni sorunları gibi gözüken ancak biraz daha yakından incelediğimizde çoğu gayet tanıdık olan kardeşleri de var sansürün.

Başlangıçta birbirlerinden ayrı hadiseler olarak algılanabilecek iki olay gerçekleşti geçtiğimiz günlerde. Birincisi gayet absürd bir biçimde vuku buldu. Microsoft'un mesajlaşma programı olan MSN adıyla bilinen Windows Live Messenger'da "rahip" kelimesi sansürlenmişti. Buradaki daha detaylı bir incelemede bu sansür'ün sadece "rahip" kelimesiyle sınırlı olmadığını görüyoruz. Ardından Microsoft tarafından konuyla ilgili bir açıklama yapıldı.

Söz konusu açıklamayı okuyunca bunun bizim iyiliğimiz için alınmış bir önlem olduğunu öğreniyoruz. Ancak bir parça daha düşününce söz konusu "önlemlerin" gayet kötü bir üslup ile alındığını farkediyoruz. Söz konusu kelimeler kullanıldığında neden bir uyarı ile karşılaşmıyoruz? Hatta mesajımızın iletilmediğine dair bir belirti de yok. Öylece karşımızdaki insan ile iletişim kurduğumuzu zannedip, mesajların bir kısmının karşıya ulaşmadığını anlamadan devam ediyoruz MSN kullanmaya.

İkinci olay ise Microsoft araştırmacıları tarafından yapılan bir açıklamaydı. Benzerleri daha önce de ortaya atılmış ve her seferinde tepkiyle karşılanmış olan bu fikir ise; bilgisayarlarımıza zaman zaman yüklediğimiz güncellemelerin ve programlardaki hataları düzeltmeye yarayan yamaların virüsler gibi bulaşarak bilgisayarlarımıza kurulmalarının daha verimli olacağı fikri idi.

Bilgisayar güvenliği uzmanı Bruce Schneier konuya ilişkin yazdığı yazıda iyi bir yazılım dağıtımının sahip olması gerektiğini düşündüğü özellikleri şöyle sıralıyor:

1- İnsanlar istedikleri seçenekleri kurabilmelidir.
2- Kurulum onu çalıştıran bilgisayarın özelliklerine uymalıdır.
2- Kurulumu durdurmak ya da kurulmuş bir yazılımı kaldırabilmek kolay olmalıdır.
3- Neyin nereye yüklendiğini bilmek kolay olmalıdır.

Bu özelliklerin sosyal karşılıklarını ben sırasıyla

1- Çeşitliliğe saygı
2- Yerellik
3- İtiraz hakkı
4- Şeffaflık

olarak görüyorum.

Birinci olayda yani sansür vakasında alınan önlemin gerekliliğini kabul etsek bile itiraz hakkımız ya da konuya dair bilgilendirici bir yaklaşımın olmaması durumu kabul edilemez kılıyor. (Ki bu noktada yapılan açıklama bir terör örgütünün eylem üstlenme şekline benziyor, olay olup bittikten sonra çözümleyici değil sadece suçu üstlenici bir tavırla yapılıyor.)

Peki çözüm nedir? Bu dayatmacı teknolojistliğin alternatifi nedir?

Birinci seçenek bilgisayar kullanmamaktır. (Wendell Berry'ye uzun ömürler diliyorum.)

İkinci seçenek ise gelecek yazımda bahsedeceğim "Açık Kaynak" hareketi ve onun ürettikleridir.

Sağlıcakla kalın.

Yeni bir ‘Soğuk Savaş’a doğru mu?

Dünyada petrol fiyatlarının 100 doların üzerine çıkması Kuzey Kutup bölgesindeki enerji kaynağı yataklarını biraz daha önemli kılıyor. Küresel ısınmayla birlikte buzulların erimesi ve yeni petrol havzalarının ortaya çıkması yeni bir Soğuk Savaş’ın başlangıç nedeni olabileceği ifade ediliyor.
http://www.birgun.net/bolum-72-haber-60581.html#haber_basi

Penguen'in yeni sayısında kapakta yine sayın Başbakanımız var...


Umarız Penguen ekibine yeni davalar açılmaz...

Ergenekon’da Üzeyir Garih cinayeti izi

Ümranİye’de bir gecekonduda ele geçirilen patlayıcılara ilgili soruşturma kapsamında, Üzeyir Garih cinayetine ilişkin de inceleme yapıldığı öğrenildi. Çakmak Mahallesi Güngör Sokak’taki bir gecekonduda 27 adet el bombası ve TNT kalıpları ile fünyelerin ele geçirilmesinin ardından açığa çıkartıldığı belirtilen Ergenekon Çetesi ile ilgili soruşturma, Beşiktaş’taki İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nca sürdürülüyor.
http://birgun.net/index.php?sayfa=56&inid=0&devami=60206#haber_basi

MH(AK)P VE İslamofobinin Faydaları

Dilaver Demirağ


Ortadoğu’da oynanan büyük oyunda son yüzyıldır Türkiye’nin payına “özne” olmak değil “nesne” olmak düştü.

AKP mutlak İktidar için Türkiye’yi İsrailleştirme yolunda MHP'yle girdiği ittifaklara son halkayı ekledi ve Kuzey Irak'a Kara Harekâtı için Genelkurmayla birlikte düğmeye bastı. Aslında bunun işareti önceden verilmişti. Dışişleri Bakanı Babacan Kara Harekâtı’nın Masada olduğunu söylemişti. Açıklamanın üzerinden iki gün geçmeden TSK’ Kuzey Irak’a 10.000 Askerle girdi. Bu yazıyı yazdığım sırada Kuzey Iraktaki TSK Üssünün Peşmerge Güçleri tarafından kuşatıldığı yazılıyordu.

Iran yapmış olduğu açıklamada bu durumdan kaygılı olduğunu belirtiyordu. Irak Hükümeti muhtemelen TSK’ya bölgeden çık diyecektir ama doğrudan bir çatışmaya girmeyecektir. Eğer havada bir değişiklik olmazsa, yani ABD Kürtleri tamamı ile “satmaz” ise Peşmerge güçleri ile ciddi bir çatışma olmaksızın ABD ve AB’nin kınamaları ile Üs geçilmeyip, PKK’ya karşı daha Önce ABD’nin göz yumacağını söylediği sınırları ve hedefi net belirlenmiş bir operasyonu kapsamında nokta harekâtlar yapılıp, kalıcı olmayan bir süreç izlenecektir. Ki İndependent ABD’nin operasyondan haberdar olduğunu, bu harekâtın, kısa ve sınırlı olacağını söylediklerini yazıyor. Yani şu anki manzaranın da gözüken yanı bu operasyonunda tıpkı hava operasyonları gibi “gaz almaya” ve Türkiye’nin iyice ABD yörüngesine, Hükümetin de TSK’nın komutasına girmesine dönük olduğu.

Ama eğer bu öngörüm tutmaz ise o zaman ortada daha büyük bir oyun var demektir. Bu oyun uzun zamandır konuşulan İran ile Türkiye kapışmasının ön aşamaları olacaktır.

Yani ABD ve İsrail-ki edinilen bilgilere göre İstihbarat esas olarak İsrail İstihbaratı tarafından Süleymaniye’den sağlanıyor-Türkiye’ye Bölgede PKK’yı ezme ve KDP’ye gözdağı verme karşılığında ayrıca Kerkük ve Musul’da da verilecek bir sus payı karşılığı Türkiye’yi İran’ın önüne sürecektir. TSK’yla ve ABD ile yapılan anlaşma uyarınca zaten bölgede bağımsız politika izleme niyetini bırakan AKP bu süreçte MHP’lileşecek, MHP’de AKP’lileşerek Türkiye’nin başına Faşist cübbe giydirilmiş olacaktır.

Bu hükümetin Nükleer konusunda hızlı adımlarının da ardında bölgede ikinci İsrail olma heveslerinin yani Özal’ın kopyacısı olan AKP’nin onunki gibi emperyal hevesler uğruna ABD’nin ve dolayısıyla İsrail’in bölgedeki en büyük aktörü olmaya heveslendiğini gösteriyor.

Görülen o ki ilk AKP döneminde gördüğümüz ılımlı muhafazakâr çizgiden radikal muhafazakâr bir çizgiye geçen AKP, diğer hükümetler gibi İktidar uğruna TSK’ya teslim olarak İsrailleşmekte. Nitekim Türk halkı da giderek neo-ırkçı ve şahin bir üsluba kayıyor. Çatışmaların en sert döneminde bile bölgede demokratik gelişmelerden yana tavır alan, bölgenin sıkıntılarına yoğunlaşan Türkiye halkı, son yıllarda giderek daha faşizan bir çizgiye kayıyor.

Pragmatikliği eksene alan (bu noktada da usta Özal) AKP’de bu yükselen milliyetçi dalgadan, payına düşeni alacak biçimde çizgisini giderek daha milliyetçi bir konuma çekiyor. Başbakanın şahsında şahinleşiyor.

Kısacası AKP ve MHP birlikteliği Türkiye’nin İsrailleşmesi sürecini hızlandıracaktır. Hamiliğini ABD ve TSK’nın yaptığı bu süreçte AB’nin de sponsor olacağını söyleyebilirim.


İslamofobinin Faydaları

Neo-Liberalleşme süreci, AB’nin genişlemesi ve Euro’ya geçişle reel gelirleri düşen AB nüfusu, bu süreçte aynı Türkiye’deki gibi midesi ile düşünüp oy verdi. 11 Eylül sonrası esen sert İslam karşıtı rüzgârlar, ciddi bir göçmen sorunu da olan AB’de AB’nin genişlemesi sürecinde giderek bir birlik olma halinden çıkmasın karşı kökler dönme ile çare arayan sağ iktidarlar eli ile Irkçılık patladı.

İlk dönem iktidarında liberallerin ve sosyal demokratların ağırlıkta olduğu bir AB manzarası ile karşı karşıya kalan AKP AB’ye zorda olsa kabul edilmişti. Ama perşembenin gelişi Çarşambadan belliydi. Çekirdek AB olan Fransa-Almanya ekseninde aşırı sağın iktidar olması Kuzeyden esen sert İslamofobik rüzgârların AB’nin ortasına kadar ortamı soğutmaya yetti.
Bu soğuk iklim içinde Türkiye’nin havayı daha da soğutarak AB’ye kutup ikliminin hâkim olacağı söylemini diline pelesenk eden sağ böylece AB radyosundan parazitli yayın yapmaya başladılar.

Zaten meşruiyet sorunu olan ve AB’ye çok da hevesli olmayan bir tabana sahip olan AKP bir de Cumhurbaşkanlığı gibi ciddi bir meşruiyet sorunu ve içerde sıkışma hali yaşayınca AB ekseninde kararlı olmamaya yalpa vurmaya başladı. TSK ile yapılan pazarlıklarda mutlak iktidarın bedeli olarak Kürt politikasında şahinleşmeye teslim olan AKP, PKK’nın bu süreçte Faşizan sağın elini güçlendirmesi (Faşizan sağı sadece MHP’den ibaret saymıyorum asıl büyük özne CHP ve Kemalistler) ve ABD’ye karşı sert bir iklimin egemen olmasının da etkisi ile AB’den bulamadığı desteği ABD’den aradı. Bölgede sıkışan ABD’nin de açıkçası

Türkiye’de uydu fonksiyonu görecek bir siyasi yapıya gereksinimi vardı.
Böylece Kürtleri satmanın karşılığı hem kaybedilme tehlikesi olan TSK’yı (TSK’dan bir süredir Avrasya seçenekleri dillendirilip Rusya ve Çin’in içinde olduğu Şanghay İttifakı ekseninde yer almaktan söz ediliyordu) böylece hem AB’nin gelecekte bir rakibi olma tehlikesinden sıyrılan (Sağ iktidarların tümü de ABD’ile yağlı ballı konumdalar), hem de bağımız politika oynama riski olan (hatırlayın Şahdeniz havzasında ABD’nin can düşmanı İran ile ortaklık gündemdeydi) ABD, PKK sayesinde Türkiye’yi de yanına alarak bölgede gücünü arttırma yoluna gitmiş durumda.

AB’nin aksaklıklarına rağmen, üstelikte hazmı güç olan Türkiye’ye doğru genişlemesi aslında AB’nin küresel aktör olma ve Avrasya’da ABD’ye ve Rusya’ya Rakip güç olma politikasının bir sonucuydu. Ancak Avrupa sağı böylesi bir vizyondan yoksun ve bu vizyonun getirdiği riskleri göğüsleyemeyecek kadar da korkak.


Kemalizmin Sonu

Tüm bu süreçler Kemalizmin de sonunu getiriyor. Kara Harekâtı başlamadan önce MGK’da herkes Askerin AKP’ye sert çıkacağını ve AKP’nin de Türban kararından yüz geri edeceğini sanıyordu. Ama zaten türban sorusu sorulduğunda soruyu askerin bu konudaki görüşü belli diyerek geçiştiren Büyükanıt’ın AKP’yi bu konuda sıkıştırmayacağının işaretiydi. Ama olgu bundan ibaret değil Yargıtay Başkanına Rejim tehlikesi var mı diye sorulduğunda başkanın “var diyemem cevabı”, ihtimal ki Üniversite ile sınırlı bir türban serbestîsine Anayasa Mahkemesinin de yeşil ışık yakma durumunun varlığını gösteriyor. Dahası bir süredir türban üzerinden oluşan kutuplaşma da bu harekât ile sona erdi.

Nitekim Başbakanın “Gün birlik ve beraberlik günüdür. Gün devletimize ve milletimize sadakatimizi gösterme günüdür. Bu süreçte toplumsal psikolojinin iyi yönetilmesi önem taşımaktadır.” sözü 12 Eylülleşme sürecinin de işareti. Kısacası durum “Ver Türbanı Al Kuzey Irak’ı ” olgusunu gösteriyor. Yani artık her tür sürpriz beklenmeli.

Net olarak gözüken durum ABD’nin Iraktaki başarısızlığının getirdiği Ortadoğu Planlarını revize etme de Türkiye’ye ciddi bir rol düştüğü. Bunun içinde muhafazakâr bölgenin dilini konuşabilen bir aktöre gereksinimi olduğu. Yani Türkiye BOP’un tam ortasında yer alıyor. Bir dönem ortaya saçılan Kürdistan haritalarının da aslında Türkiye’yi bu sürecin ortasına çekme politikasının bir parçası olduğunu gösteriyor.

İşte bütün bu süreçler Türkiye’nin 28 Şubat sürecinden çıkarak, dinin devletçe birlik için kullanıldığı 12 Eylül sürecine geçileceğini ve Kemalizmin en azından bildik biçimi ile tasfiyesi anlamına geliyor.

Kemalistler ilk kez azınlıktalar ve muhalefet konumun düşmüş durumdalar. Artık İslama kökten tavır alan bir Türkiye olmayacak ölçülü bir muhazakârlık iklimi egemen olacak.

Peki tüm bunlar bazı liberal solcuların öngördüğü gibi Burjuva Demokrasisine giden yol mu. Net olarak hayır. Bu kısmi bir burjuva demokrasisi ya da isterseniz muhazakâr demokrasi. AB süreci tavsadı, toplumsal destek azaldı bu koşularda artık AB’nin ölçülerine uygun bir demokrasi olmaz. Hele de Kuzey Irakta sınırlı sayıda “şehit” cenazesi gelirse AB’yi de 301’i de uzun bir süre unutun.

Ana akım medya bir süredir Türkiye Malezya kıyaslaması yapıyordu. Yanlış Türkiye ne İran olacak, ne de Malezya. Türkiye şu an sağcı Siyonistlerin iktidarda olduğu, Dinci sağda kısmen tavizler verildiği İsrail olacak. Türkiye de Nevzat Yalçıntaş modeli bir Türk-İslam sentezi olacak. İslamofobi sayesinde sol Kemalizm tarihin mezarlığına doğru uygun adım olarak cenaze marş eşliğinde ilerlerken Sağ Kemalizm yani Türk-İslam sentezi genç askerlerin kanından kına yakılmış “kınalı koçlarla düğün” yapacak.

İkinci Cumhuriyet mi o şu an başka bir biçimde iktidarda, beklenen gerçek bir burjuva demokrasisi ise dünyanın 11 Eylül Sendromundan çıkışı ve AB’nin ırkçı kale Avrupa’sı olmaktan çıkışına bağlı.

Bir dahaki yazımda hem İsrailleşmenin serüvenini anlatırken, hem de bundan çıkışın dış konjonktürle bağlantısı sonucu ekonomik resesyon, Obama ve Solun umudu gibi konulara da kısmi bir giriş yapacağım.

Sınırları Yıkmak

Bilge Contepe

Kadınlar önce bizleri kuşatan sınırları yıkalım. Kalıcı,eşitlikçi bir toplum yaratacak geleceğe uzanan yolu bulabilmek, aslında kadınların sınırlarını yıkarak yaşamı savunmak için mücadeleye katılmaları ile mümkün olabilir ancak. Var olan sınırlar biz kadınların yaşam alanlarını öylesine kuşatmış ve öylesine daraltmışki biz kadınları kuşatan içine hapseden bizi güçsüz bırakan sınırları ancak gine biz kadınlar yıkarak aşabiliriz.

Nedir bu sınırlar? Bu sınırlar hareketlerimiz arasında, kendi içimizde,insan topluluğu içinde,ve insan topluluğu ile doğal dünya arasındadır.Bu sınırları, dinler, militarize olmuş devletler,siyasi iktidarlar,ekonomik sistemler ile ırk,kültür,etnik köken ve cins arasındaki ayrılıklar yaratmıştır. Bu sınırlar kavrama gücümüzle eylem yeteneğimizi kısıtlamakta , birbirimize ulaşmamızı ve böylece kollektif güç toplamamızı engellemektedir.

Genel olarak tüm sınırlar eyleme geçmeye engel değildir;bazı sınırlara, yaşamlarımızı abluka altına alan etkili global güçler ile aramızda engeller koymanın gereği üzerine gereksinim duyarız Kadının özgürleşmesi için bir yandan yapıcı sınırlar koyarken, öbür yandan yıkıcı ve bölücü sınırları yıkmamız gerekmektedir.

Bazı sınırlardan yıkıcı ya da yapıcı olarak yararlanılabilir. Örneğin, bilim ve teknoloji geleneksel olarak doğayı edilgen,bitimsiz ve yalnızca kullanılmak üzere var olan bir nesne olarak görecek biçimde gelişmişlerdir. Oysa Ekoloji bilimi, doğayı, iç bağlantısı olan, sınırlı bir sistem olarak görür. İnsanlık ile doğal dünya arasındaki ilşkiye yeşil bir bakış, kendimiz ile diğer canlı türleri arasındaki insan-merkezli bölünmeyi aşmanın yollarını ararken,aynı zamanda doğadan faydalanma zihniyetinede bazı sınırlar koymaktadır. Cinsler ile farklı etnik ve ırksal kökenler arasındaki sınırlar şu anda tamamen yıkıcıymış gibi görünebilir,ancak gelecekte sömürücü ya da baskıcı olmayan farklılık ilişkileri kurmaya yarayabilirler. Ekonominin sınırları, kadınların yaptıkları işlerin büyük bir bölümünü ve doğal kaynakların şimdiki ve gelecek kuşaklar adına gerçek maliyetini görmezden gelerek,neyin”değer” sayılacağına ilişkin gerek insan-merkezli gerekse patriyarkal varsayımları yansıtırlar.

Yeşiller sesleniyoruz; cinsiyet,milliyetçilik,ırk ve etnik köken temelinde, sömüren ve ezen bizi kısıtlayan tüm sınırlara meydan okumak için ,heteroseksüellik ile patriyakalliğin insan ilşkilerini nasıl çarpıttığını gözler önüne sermek için, insan toplumu ile doğa arasındaki sahte sınırları kaldırmak için, ekonomik ilşkilerin sömürgen gerçekliğini açığa çıkarmak için ,yaşamın yeniden inşasına gereksinme var. Bir gelecek bakışı oluşturmak üzere, çok daha temelden , kadından ve doğal dünyadan başlamak zorundayız.